Biyodinamik arıcılığın öncüleri, “işçi derslerinin” arka planında, arı kolonisin yaşam temellerine uygun ve adaletli bir arıcılık pratiği geliştirmeyi denediler; oğul yoluyla koloni çoğaltma, doğal yapıdaki peteklerin inşası ve yapay kraliçe üretimi olmadan, doğal çiftleşme.
Bu kolay bir girişim değildi elbette ve pratikte zorlukları vardı; örneğin çoğu arıcı her zaman saat 11:00 ile 15:00 arasında arı kolonilerilerinin yanında bulunamazdı. Buna alternatif olarak arıların oğul vereceği zamanlarda, “yapay oğul” yöntemini geliştirdiler. Ayrıca koloninin petekleri doğal olarak inşa etmesine izin vermek de büyük bir zorluktur. Çünkü bazı bölgelerde arıların yeteri kadar besin bulması problemliydi.
Yaklaşık 100 yıl önce denen bu yöntemler unutulup gitti. Arı’da aşırı bal alma, oğula gitmeyen arı türü, yapay yollarda ana arı üretimi, onlarca değişik yöntemle arı manipülasyonu vs… bunlar bu yazının konusu olmadığı için ayrıntılarına değinmek istemiyoruz.
Günümüzde yeni araştırmalar ve yeniden “arının doğasına uygun arıcılık” için büyük ve sevindirici çabalar var. Yeri geldiğinde ayrıntılarına değinmeye çalışırız.
“Arının doğasına uygun arıcılık” uygulamalarına giriş
Oğul Verme Süreci
Oğul verme sürecinde arıları çoğaltmak bir Varroa mücadelesidir aynı zamanda
Oğul verme sürecinde, tüm yeni koloni birimleri – oğul ve kalan ana koloni – az ya da çok kuluçkasız bir dönemden geçerler. Bu, akar yükünü önemli ölçüde azaltır. Amerikalı arı bilimcisi Prof.Dr.Thomas Seeley, küçük ve büyük kovan sistemlerinde kolonilerin davranışlarını karşılaştırdı. Tahmin edilebileceği gibi, yaklaşık 40 litrelik küçük kovandaki koloniler, 160 litrelik büyük kovandaki kolonilerden dört kat daha sık oğul verirler. Diğer yandan, arıların üzerindeki akarların sayısı da üç kat azalır. Deformasyon-kanat virüs hasarı sadece büyük kovandaki arılarda gözlemlenir. Kolonilerin tedavisi olmadan kış kayıpları küçük kovanlarda %30 iken, büyük kovanlarda %80’in üzerini bulur.
Dolaysıyla yeni genç bir arı ailesi oluştururken ya da arıları çoğaltmak istendiğinde “oğul verme” zamanını kollamak, oğula giden arıdan yeni bir koloni oluşturmak arının doğasına da uygundur. Böylece varroa’ya karşı da bir başarı kazanılmış olunur.
Doğal Petek Örme
Doğal bir antibiyotik
Arının doğal petek örmesine, geleneksel-konvansiyonel arıcılıkta „şüpheyle“bakılır. Arıların petek yapabildiğinden bile şüphe duyan arıcılar var. Yeni yetişen genç arıcılar şimdiye kadar , doğal peteklere belki de sadece erkek arı petekleri örülürken rastlamışlardır. Tabi bunun en temel sebebi hazır peteklerle elde edilen 6 – 8kg fazladan baldan feragat etmemeleridir.
Ama daha yakından bakalım. Arılar taze, temiz petek örerek kendilerini yavru çürüğü sporlarından vs. bir çok bakteriden kurtarabilirler. Bir salgın, ya da hastalık karşısında, „yapay oğul yöntemi“ kullanılarak doğal petek ördürüp rehabilite edilebilirler. Doğal petek örmenin bir diğer önemli avantajı ise, balmumunun pestisitler gibi birçok tarım ilacı ile kirlenmesinin önüne geçebilmeyi mümkün kılar.
Petek sistemi, sadece kovanın kendi kokularının depolandığı arı kolonisinin tarihçesi değil, yağda çözünen tüm toksinler mumda biriktiği için, Varroa’da kullanılan birçok ilacın ve modern tarımdaki pestisit kullanımının tarihini de içerir. Bu maddelerin parçalanması son derece uzun zaman alır. Bu nedenle, mum döngüsü kapandığında yani sürekli aynı döngü içinde kullanıldığında birikirler. 1972’de Almanya’da yasaklanan DDT’nin hala bazı şirketlerin mumunda bulunabilmesi üzücü ve trajik bir gerçektir. Biyodinamik çalışma modundaki açık mum döngüsü, yani bal mumunun her arıcıda belli bir oranda tüketilmesi, örneğin ışıklandırma mumu olarak tüketmek, bu yükü önemli ölçüde azaltılır.
Ana Arı
Yapay-suni üreme ya da doğal-yerel üreme?
Mellifera e.V ‘dan arıcı Norbert Poeplau ve biyolog arıcı Dr. Johannes Wirz’i Hohenheim Üniversitesinden bir grup üniversite ögrencisi ve bir Profesör ziyaret eder.Ziyaret sırasında pek çok kovan açılır; çıtalar çekilir, arıların kuluçka ve bal depo durumlarına bakılır, bütün bunlar yapılırken, çıplak elle maskesiz çalışılır ve tek bir arı sokması yaşanmaz. Bunun üzerine arı bilimcisi profesör şu soruyu sorar ” arılarılarınızı nasıl ıslah ediyorsunuz?” yıllara varan bir çalışmayla böyle sakin-uysal bir arı popülasyon yaratamadıkları halde, nasıl oluyor da “ana arının yerelde, doğal döllenmesi” sayesinde böyle bir popülasyon yaratılabildiklerini sorgulaması hayli anlamlı bir anektod olduğun belirtmeliyiz.
Bu hikaye, bilimde „nature or nurture – doğa ya da beslemek, büyütmek“ olarak da bilinen bir sorunu göstermektedir. Arı kolonilerinin hangi özellikleri genetik, yani doğa veya “doğa tarafından” ve hangileri çevre ve konum tarafından, yani “beslenme” yoluyla belirlenir? Ve bu faktörler birbirinden nasıl ayırt edilebilir? Ya da gen ve çevre tek başınalarına ne kadar etkilidir?
1976 yılında, Almanyada Oberursel’deki Arı Enstitüsü’nün başkanı olan Friedrich Ruttner, kardeşi Hans ile birlikte, iki farklı yerde saf Carnica ırkının ve Buckfast kolonilerinin kuluçka boyutunu inceler. Şaşırtıcı bir şekilde farklılıkların, iki cins arasında değil de, bulundukları yerler arasında olduğunu tespit ederler. Yani çevresel etkilerin, genetik etkiden daha güçlü olduğu sonucuna varırlar.
Liebefeld’deki İsviçre Arı Araştırmaları Merkezi’nden Wille ve Gerig de aynı sonuca varır.
Altı farklı lokasyondaki Nigra (Apis mellifera mellifera) ve Carnica (Apis mellifera carnica ) kolonilerinin karşılaştırılmasında da; koloni büyüklüğü, kuluçka büyüklüğü ve bal verimi açısından, iki ırk arasında fark bulunmaz,. Ancak farklı lokasyonlar arasında büyük farklılıklar gözlemlenir. Konumun önemi burada da çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor.
Yerelde çiftleşme durumunda, kolonilerin birkaç nesil boyunca bulundukları konuma genetik olarak uyum sağlaması da şaşırtıcıdır: Bu, COLOSS araştırma konsorsiyumu tarafından 11 ülkede 21 arılıkta 621 koloni ve 5 arı türü ile yapılan büyük bir deneyde gösterilmiştir.
Bölgeye uyum sağlayan koloniler, yabancı kraliçelerle oluşturulan kolonilere göre Varroa ile savaşımda daha başarlı oldukları tespit edilir. Hayatta kalma oranları yükselir, daha sakin ve daha fazla bal verme eğilimi gösterirler. Ayrıca adaptasyonun arı ırkın kendisinden daha önemli olması da şaşırtıcı. Örneğin Sicilya’ya adapte olan Carnica arıları, adapte edilmemiş ancak “yerli” Ligustica arılarından daha sağlıklı ve canlı olduğu görülmüştür. Sonuçlar ne kadar açık olursa olsun, nedenleri de bir o kadar kafa karıştırıcı. Bugüne kadar, çevreye, bulunduğu lokasyona uyarlamanın gerçekte ne anlama geldiğini tam olarak bilmiyoruz. Sıcaklık mı yoksa iklim mi, üreme koşulları mı yoksa sadece uçuş yarıçapındaki kolonilerin birbirini “tanıdığı” gerçeği mi?
Bildiğimiz bir gerçek var; bulunduğu çevrede çiftleşen ve oraya uyum sağlayan kolonilerin, sağlıklı ve dayanıklı bir arı kolonisi oluşturduğunu bütün bu araştırmalar ortaya koymuştur.
Bulunduğu çevreye uyum sağlamış ve orda doğal yollarla çiftleşmiş arı kolonilerden, yapay olarak çiftleşmiş olanlardan ayıran başka bir özellik daha var: İşçi arıların genetik çeşitliliğinin fazlalığı…
Doğal bir toplanma sahasındaki erkek arıların genetik çeşitliliği, belli kriterler gözeterek hazırlanmış çiftleşme sahasındakinden çok daha fazladır. Laboratuvar ortamında döllenenlerden hiç bahsetmiyoruz bile…İsviçre’de böyle erkek arıların toplandığı bir alanda 240 farklı kökenden arı tespit edildi. Tecrit özel olarak ana arı döllenmesi için hazırlanın yerde ise en fazla 5 farklı kökenden arıdan bahsedebiliriz.
Bir ana arı ne kadar çok erkek arı ile çiftleşirse o koloni o kadar sağlıklı ve güçlü olur; kuluçka ve petek alanları genişler, tarlacılar daha bir hevesle çalışıp daha fazla polen getirir, besin kaynaklarının yeri daha yoğun bir „sallanma dansı“ ile gösterilir, kovan kliması daha hassas düzenlenir ve kolonilerin hayatta kalma şanslar daha artar. Babaların çeşitliliği ile birlikte kolonilerin bazı hastalıklara karşı direnci de güçlenir; Amerikan yavru çürüğü, kireç hastalığı vs. gibi…
Arılıkta doğal çiftleşme yoluyla Varroa toleransı yaratmak
Bu nedenle, yerel olmayan istasyonlarda karmaşık direnç veya performans ıslahı yapmak yerine, arılık çiftleşmesinden sağlıklı ve güçlü kolonilerle çalışmak daha uygun olacaktır. Son olarak, bu tavsiye özellikle Varroa toleranslı veya Varroa dirençli kolonilerin gelişimi için geçerlidir. Arı kolonilerine akarların kendileriyle bir arada yaşama fırsatı verirseniz, birkaç yıl içinde bunu başaracaklar. Gotland’da, Avignon’da, Galler’de, İsviçre Emmental’de, Hollanda ve Norveç’te olan budur. Alana uyarlanmış kraliçeler, tüm toleranslı veya dirençli kolonilerde kuraldır. Diğer taraftan koloni büyüklüğü, koloni yoğunluğu, besin temin etme durumu, arının cinsi, arıcılık yöntemleri ve ölçüleri her bölgede farklı olabilir. Bu arka plana karşı, Avrupa’daki birçok arı araştırma enstitüsünde onlarca yıldır yürütülen ıslah programlarının gerçekten etkili olup olmadığı sorulabilir. En azından bugüne kadar çok az başarı gösterdikleri ortadadır.
Varroa için de şunu belirtme ihtiyacı hissediyoruz; Varroa toleranslı veya dirençli koloniler üretmeye çalışmayın, mevcut kolonileri daha da geliştirin!